Başlarken …
.
Ramazan Yıldırımçkar
-Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun diyerek başlamış olalım.
Bir süredir sessizlik divanında kendimle ayak ayağa geçmenin ya da geçememenin çabasındayım. Sükûnet dergahının eşiğinde sabra ve hikmete dair olanın izini sürüyorum kendimce kendime dair olanın izini.
Bu süreçte farklı kesimlerden farklı yüzler de tanıdım.
Farklı hikayeler farklı ufuklar yakaladığım da oldu.
Taşradan İstanbul’a gelmiş olmanın ve metropolün ilişki biçimlerine ayak uydurma sürecinde kendimi ve düşünce biçimimi yeniden sorgulama imkânı da yakalamış oldum.
İstanbul her yönüyle çok farklı bir dokuya sahip.
Bir yanıyla buram buram medeniyet kokan tarih ve zarafetin şehri.
Diğer yanıyla bir türlü açıkhava tımarhanesi, ekmeği elinden alınmışların ve vurgun yemişlerin yurdu, kısacası toplu insan mezarı.
Kalabalıklar içinde yalnızlık nedir gördüm ve yaşadım.
Herkes bir telaşın, bir kaygının koşusunda ve kendince durduğu yerden bir haklı oluş savunmasında.
Hikayeler farklı gaye ortak…
Kime dokunduysam kurtuluş…
Kimi dinlediysem kurtuluş …
Sözü kalabalıklaştırmadan belirtmiş olayım herkes kurtuluş arayışında lakin bu arayışın rengi, biçimi ve tanımı da kişiden kişiye göre değişiyor.
Denilebilir ki karanlıkta filin tarifini yapanlar ile güngörmüş oğullarının kendince tanımladığı filin tarifinin uyumsuzluğu ve filin dört ayağı bir hortumu iki kulağının daha azından ya da çoğundan bahsediyorlar.
Yargılamadan anlamaya çalışıyorum. Lakin sonucu akıl ve düşünceye bağlamadan da edemiyorum. Fakat öyle bir zaman aralığındayız ki akıl, düşünce ve söz belki de kendi tarihinde hiçbir zaman bu kadar aşağılanmamış ve hakir görülmemiştir.
Kıymetli okur, siz de takdir edersiniz ki düş ’ün ve düşüncenin sarsıcı bir yanı vardır duygu ve menfaat temelli inanmayı tercih eden toplumlarda. Bu yanıyla akli ve makul olan daha doğrusu olanı değil olması gerekeni dile getiren, düş kuran ve bu düşü düşünceye evirenler de söz konusu sarsıntıdan olumlu ve olumsuz yönleriyle kendi payına düşeni bir şekilde alabilmektedir.
Bu sarsıntıların kaynağı bazen inanç biçimlerine bağlı olsa da zamanın akışkan zemininde çoğu kez dünyevi kaygılara dayanmaktadır diye düşünüyorum.
Günün açmazı ve vebalarından olan narsizm illetinin yol açtığı sosyal, siyasal, iktisadi hodbinlik, rant ve itibar devşirme kavgalarının kendisi ile birlikte sabit fikirliliğe bağlı bir itaat kültürü ve popülist bir bağnazlığı dayatmaktadır diyebilirim…
İtaat kültürünün sunduğu imkanlardan fayda sağlayıp günü kurtarma derdinde olanlar ve buradan hareketle güce ram olup köşe başlarına bent olmanın hesabını güdenler için elbette bu durum sorun teşkil etmeyecektir.
Fakat zamanın ruhunu yakalayan, mekânın ve günün nabzını yoklama doruğuna erenler için bu kabul edilebilir bir durum değildir. Bu kimseler günün maslahatçı izah ve beklentilerden azade olmuş, ideolojik duvarları yıkmış, köhne algı ve politik tutumlardan arınmış bir ufka ve bilince sahip olmalarından dolayı sözün gücünü güç bilmiş yüce gönüllü kimselerdir.
Lakin başta belirttiğimiz gibi duygu ve çıkar temelli bir inanış ve yaşayış biçimini tercih eden toplumlarda düşü ve düşüncesi olup da bunu dile getirenler için birtakım sarsıntılar kaçınılmazdır.
Özellikle aklın ve sözün en hakir ve de en zor zamanlarını yaşadığı günümüzde, düşünce ve düşünce insanı da çok boyutlu süreçlerin muhatabı konumundadır. Her ne olursa olsun bu insanlar kendi toplumlarının yolunu aydınlatan birer kandil gibidirler. Bunun bilinciyle hareket etmeyen toplumlar çoğunlukla eleştiri ve farklı sesler duymaya tahammülü olmayan muktedirlerin, sermayedarların değirmenine su taşmaktadır. Düşünceye ve söz söylemeye/söyleyenlere yer vermeyen, onu pervasızca ötekileştiren türlü manipülasyonlarla önünü kesmeye çalışan toplumlar karanlık orduların esiri olmaya mahkumdurlar.
Bu durumu düşünce dünyasının mert ve cesur kalemlerinden olan Cemil Meriç ‘in şu veciz sözleriyle bağlamış olalım;
“Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım. Karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile rahatsız ediyor sizi. Düşüncenin kuduz köpek gibi kovalandığı bu ülkede, düşünce adamı nasıl çıkar?” (Mağaradakiler/s.280).
‘’Tabular tabular! Her adımda şuura dur emrini veren bir jandarma neferi. Her kapının arkasında, elinde bıçak, bekleyen bir harem ağası. Düşünme! Düşüneni iftiranın ve sefaletin lağımında boğduktan sonra ellerimizi yıkayıp, efendim bizde filozof yetişmiyor diye ah u vahlar.’’
Aslında bu durum yeni olmasa da günümüzde iletişim araçlarının farklılaşması ve artması nedeniyle daha da görünür hale gelmiştir.
Yoksa geçmişte de bu ve benzeri durumlar olduğundan eskiler duruma şöyle bir analiz yapmışlar;
‘’her kim ahvale eylerse tariz, sürülür ağzına bal, susturulur.
Anlamaz eylerse ısrar, dürülür defteri kan kusturulur.’
Kısa vadede bu durum bireysel sonuçlar doğurmakla birlikte, uzun vadede toplumsal ve vahim sonuçlar doğurması kaçınılmazdır.
Bu meyanda son söz olarak; hiçbir karanlık ordunun esiri olmamak, hiçbir maslahatçı izah ve yorumun tuzağına düşmemek adına düşünmeli, düşünceyi özge kılmalı ve aklın ürünü olan düşünceye ve düşünce işçisine kulak vermek gerek diye düşünüyorum.
Cafer es Sadık’ın anlamlı tespitiyle düşüncenin vatanı olan akla da vurgu yapıp yazımızı hitama erdirmiş olalım;
‘’Akıl insanın içindeki peygamber, peygamber ise insanın dışındaki akıldır ‘’